Ajanda-1, Pasajlar (2)

Ajanda-1, Pasajlar (2)

BİR HÂL

Karşımda, yanımda, yöremde biriken notları gözden geçirirken görüyorum; geçtiğim merhaleler, kaçtığım, hesapsızca kovaladığım veya bir müddet için rafa kaldırıp sonra büsbütün unuttuğum her şey beni selamlıyor. Daha önce yumruklarımın arasında kaybederek hiç etmeye çalıştığım, göz göze gelmekten imtina ettiğim vakıalarla tekrar tanışıyorum. Neredeyse her odakta o anın muhasebesini ne derece yapabildiğim, bu sorgu kemiriyor beni. Ama şükrediyorum; konuşmuş olmak için konuşmak ve yazmış olmak için yazmak gibi ucuz meziyetleri hiç yaşatmadım ben. Titreye titreye yaşamak ve kül edici alevlerin içinden buz devri insanlarını seyretmek en büyük hapis; ama ne fayda, bir anda buz kesilebilmeli ve o an yakabilmeli bütün temas ettiklerini, hapsimin hürriyeti, hürriyetimin hapsi… “Ben” ve “benim”; bunları yazarken bile ne kadar cüretkârım, ah büyük sorgu! Peki erginlik? Oysa şöyle inlemeli benim nefesim, o nefesten meded dilenesi:

“Birgün cüret göstereceğim aşkınla övünmeye;
O güne dek görünmeyeceğim beni sınarsın diye.”
(2018)

Ajanda-1, sf 23.

.

SEVİYELER

Dedikodudan nefret etmek bir seviye, iş üzerinde dedikoduyu dışlamak başka bir seviye, dedikodunun ihtimaline bile yer bırakmayacak ciddi ve nezih bir ortam oluşturmak ise bambaşka bir seviye… Zannedersem bu bambaşka seviyenin şartlarına ulaşmak için uzun bir müddet dışarıyla teması kesmek ve etrafımdaki potansiyellere fikrin -zevkini olduğu kadar- tabiî mesuliyetlerini de benimsetmem gerek. Bazılarının öne çıkması bazılarınınsa öne çıkmaması cinayet. Meydan yerine çıkacağımız günleri bu iç mesaide demlemezsek eğer diğer anlık çıkış ve fantezilerden hiçbir farkımız kalmaz. (2018)

Ajanda-1, sf 26.

.

KAZANÇ ve KAYIP

Hep yaşanır. Mücadele kırıntısı gösterilir, bir şeyler kazanılır gibi olur. Ve ânında bu kırıntının kazanılan şeyde hiçbir tesirinin olmadığı propagandası mücadele etmeyen ve mücadele etmekten tiksinen garantici tayfa tarafından yayılır. Buna yakın tarihten birçok misal getirilebilir. Söz konusu tayfa muhataplarını retorik yapmakla suçlarken güya reel politik(!) kaygılarla dolu en adi retoriği -bir uyanık kendileridir ya- yutturmayı dener. Böyle düşük bir ahlakı güya rasyonellikle maskelemeye kalkarken -bu vesileyle- akılsızlıklarını da ifşa edenler, ilim, fikir ve siyaset skalasında nereye denk düşerler? Hemen söyleyeyim; bunlar kendi dönemlik “makul”leri uğruna İslamî ölçüleri de malzeme olarak kullanır ve hiçbir utanma belirtisi göstermezler. Gayet “kurnaz” bir tavırla “gerçekçi” makyajlarını eksik etmeden kitlelerinin karşısına çıkar ve pişkin bir bozacı olarak şaşkın şıracılarının tepkileriyle tatmin olurlar, maalesef.

Ajanda-1, sf 34.

.

SON?

Bugünkü vaziyet, yani Neo Marksistlerin “geç kapitalizm” dediği, tüketim kültürü, postmodernite vs. gibi kavramlarla farklı nüanslara da gönderme yapsa toplu olarak ifade edilmeye çalışılan durum nihaî ve sorgusuzca boyun eğilmesi gereken bir realite mi? Amerikalı birkaç neo marksist de sol için umudun kalmadığını ve çarenin büyük sermayenin şefkatli(!) kollarına sarılmakta olduğunu söylemişti pandemi sürecinde. Batı solu için umudun kalmadığını Adorno yetmiş yıl önce söylüyordu tabi, değişen bir şey yok.

Sol için mukadder olan bu “son”, aslında kaçınılmaz bir son değil, insanlığın nihaî aşaması öncesi bir “lahza”dır iman sahipleri için. Suya sabuna dokunmadan işi muhafazakâr demokratlara havale edenler bir tarafa, bizim için din hayata renk katmak için sarıldığımız bir araç değil, kurtuluşun yeni dil ve diyalektiğini, “yaşama kültürü”nü üfleyen bir asıl hüviyetinde. İBDA Dili buradan vücut buldu ve tatbikine yönelik verim cepheleri buradan vücut bulmaya devam edecek. Mücadele de, düşünce de, sanat da bu çerçevede…

Ajanda-1, sf 41.

.

MÜCADELE İNSANI

Bir siyaset bilimci veya sosyolog, temel olarak kendi ilim sahalarının “mevzuunu belirleyici” ve “meselelerini araştırıcı” kimlikleriyle bulunurken, mücadele insanı, sadece mevzu ve meseleler çevresinde dolaşan bir tahlilci, tespitçi ve teorisyen değil, bunların da ötesinde belirli bir “ideolojik-politik maksat” için yaşayan politik aktördür. Büyük Doğu-İBDA bağlılığı hususîliğinde söyleyelim; mücadele insanı, bizzat örgütünün “ahlakî karakter”ini taşıyan –ki bu “taşıma”, mekan ve yalnızca sınırlı görev sahasında değil, iç ve dışa dönük ilişkilerden politik kavga mevzilerine kadar örgütün iç ahengini (ideolojik kıvamını) ve kolektif becerisini “şahsiyet” olarak taşıma ve yayma anlamındadır-, fert ve topluluk iradesini “tarihî zorunluluk zamanın maksatlılığı” cephesine konuşlandırma gayretlisi ve bu gayretin kendi şahsiyet renginde sancaktarıdır. (2020)

Ajanda-1, sf 87.

.

ÖLÜMÜ BEKLEMEK

Sadece sosyal, siyasî, kültürel ve estetik sefilliğe parmak basıp her çeşidiyle “ideal”den tiksinmek… Batılı müzmin muhalif zümrenin ahvali… Oysa kötü olan “ideal düşüncesi” değil, insanî hakikatten sapan ve saptıran bazı ideal tasavvurları, insanî hakikat?. Bu zümreye göre o, varlığı hayalî, pratikte meşruiyet kazandırıcı ve bu kazancı hedefleyen herkesin nesnesi… İdeoloji kavramına bakış da bu doğrultuda gelişiyor. Her çeşit ideoloji bir “tekelleşme” projesinin aracı ve meşruiyetinin niteliğini dönemlik fikrî kabullere göre dönüştüren, temsilcileri tarafından iktidar iştihası için kullanılan bir aparat hükmünde onlara göre… Liberal zafere(!) giden yol boyunca yirminci yüzyıl birçok vesileyle bunu doğrulasa da insanî özden gelen müşterek çabaların reddi gitgide insanî çabayı redde götürür sahibini… Burada ilim, sanat, siyaset, düşünce vs. her şey anlamını yitirir ve kurtuluş(!) için ölümü beklemekten başka seçenek kalmaz. Batı için mukadder son da bu olsa gerek.

Ajanda-1, sf 93.

.

BEDAHETİ ÖLÇÜLENDİRMEK ( 5)

En temel noktalara dokunarak:

İnsanın “düşünen bir varlık” olma durumunu, zihnî tecrit metodlarının felsefî kavram, zamandışı form ve kategorilerine hapsedici muhakemeleri aşma çabası bir şeydir; fakat bu, farklı seviyelerdeki aklî tezahürlerin “muhteva” ve “şekil” niteliklerinin dağılması iddiasına götürüyorsa… Bu çizgi üzerinde, teolojiden veya geleneksel batı düşüncesinden neşet etmiş “bütün” ve “mutlak” tasavvurlarını sadet dışı bırakmak bir tavırdır; fakat bu, “saf düşünce”nin imkânını ve ruh, sezgi, akıl, hasse, hiss ve hayalin hakikatlerini bayağı bir retorik çerçeve içinde dağıtmayı salık veriyorsa…


İnsan tabiatına dair biyo-genetik, iktisadî ve pragmatik, antropolojik-felsefî, özcü veya rölativist yorumların yetersizliğini görmek bir şeydir; fakat bu, “insanî öz” kavramına yüklenen çeşitli vasıfların darlığı tezinin ötesinde, bizzat “insanî öz”ü red düşüncesine varıyorsa…

İnsanın ahlakîliğine dönük, farklı nevileriyle formalist, determinist, varoluşçu veya aksiyolojik teorilerin zemin sıhhatsizliği ve “herkesin ahlakı kendine” tezi, yerine ve seviyesine göre lüzumlu bir tespittir; fakat bu, (nitelikleri ve esası) bağımsız zihnî faaliyetle ele geçirilmesi muhâl kuşatıcı ve denetleyici “ahlakî gereklilik”in reddi ve muhtevasız kimlikçi pespayeliklere yol verecek şekilde –mutlak!- bir “ahlakî rölativizm” düşüncesine varıyorsa…

Modern ideolojilerin sistem ve uygulama bütünlüklerine meşruiyet atfetme tarzlarının tarihî ve bünyevî tenkidi yoluyla, modern “iktidar” idesine felsefî ve sosyolojik sondajlar atmak bir tercihtir; fakat bununla beraber, “alet” niteliğiyle, “konum” ve “yön” kastıyla vurgulansın veya sosyal münasebetlerde, insanî ilgi ve ilişkilerde cari bir “yapı” veya “süreç” olarak tasvir edilsin, “iktidar” ve her dünya görüşünün kendi zaviyesinden manalandırdığı “meşruiyet” bahisleri etrafında mevzu edilen bedahetleri yıkma hevesine teşne olunuyorsa… Bu çizgi üzerinde, tarihte izlenen nizam örnekleri öne sürülerek, fail insan esas alınmaya çalışıldığında, bu çaba için yeni bir muvazene perspektifi ve ruh aslı olmadığından, ki “insanı kendi kendisi için problem olarak gören düşüncelerin nizam çapına geçme iddialarının olmadığı” hakikati de ortada, mesele doğrudan “nizam fikrinin hatalılığı” gibi bir kestirme hüküm ile kapatılıyorsa…


Değerlendirmelerimiz boyunca şart cümleleriyle bağlamak istediğimiz ana hat… Zihnî veya tecrübî, ahlakî-pratik ve siyasî-idarî üst başlıklar kapsamında değerlendirilen hiçbir meselenin –o meseleye ait bedahetleri baltalamadan- kendine has “tecrit sıhhati” şartı sağlanmadan ele alınamayacağı, hükme bağlanamayacağı; bu sıhhatin, söz konusu tenkitleri kuşatan, her birini kendi pınarında akıtarak kir ve paslarından arındıran bir tecrit zemininde yaşanacağı hakikî ahenk nerede? Ve bu ahenkten idealize edilmiş, özenle resmedilmiş, fert, toplum, kurum, kuruluş ve devlet bütünlüğü; üstün muvazene?

Böylece, iman mihrakı olarak “Mutlak Fikir”, yapılması gerekene dair –Mutlak Fikir ışığında- ışık saçıcı mihrak olarak “Vasıta Fikir” ve “yaşama görevi-halifelik” bakımından –dünya hayatında nefes harcamaya devam eden “verim sahibi” tarafından- “Aslî Muhteva” ihtiyacı her tecrit krizinde kendi zorunluluğunu dayatır. “İslam İnkılâbı”nın eşiği buradadır; tekerlemeden, çarçur etmeden, İslamcı bir tefekkür havzasını bereketlendirici ticaretlerde kullanılması gereken “ana sermaye”…

Ajanda-1, sf 149-151.

.

(Hem “metafizikten kurtulma” hem de “metafiziği kurtarma” saflarında döğüşenlerin sıklıkla başvurduğu iki konu: “dil-lisan” ve “zaman”)

DİL-LİSAN ETRAFINDA

Zamanla problemleşerek gün yüzüne çıkan meselelerin en mühimlerinden birkaç tanesini mücerret tefekkür ilgisi içinde vasıflanışlarının yanında, pratik “konuşma”, günlük dil halinde pragmatik, -farklı niyetlerle- mantık ve dilbilimde incelendiği halleriyle “sentaks-gramer” ve farklı disiplinlerde özel uğraş kavşağı olan “semantik-mânâbilim” gibi açılardan, çeşitli tabakalarda hususî nitelikleriyle kendini hissettiren “dil-lisan” bahsinde izliyoruz. Yirminci yüzyılın entelektüel vasatına damgasını vurmuş “dilbilim-linguistik” etrafında neşet eden meselelerde, çeşitli ilimlerdeki yankılarında ve batıda geleneksel metafizik inşa zemininin tahribatçısı -gerek “sembolik mantık-lojistik” gerek fenomenoloji gerek dil tahlilciliği ve gerekse psikanaliz çerçeveli- çıkışlara malzeme oluşlarında veya yataklık edişlerinde vs…

Şüphesiz Batı düşüncesinin aslî ve tabiî buhranından çok renkli bir portredir mevzuunu açtığımız alan. Bu portrenin etrafına, gözden geçirilmek üzere, “dil-mantık” ve “dil-dilbilim” ilişkilerinin hassas sınırlarını fotoğraflama kastıyla birkaç not eklemek istiyoruz.

Dil-Mantık ilgisi… Dil tahlilcilerini –“ortak duyu” tahlilleri ile mantık araştırmaları arasında konumlananları ve nisbî metafizik çaba içine girenleri- de doğrudan ilgilendiren bir husus; mantıkta yeni arayışlar sonucunda:

“Yakın zamana kadar ve nicedir, dilin sadece sentaktik veçhelerinin mantığı ilgilendirdiği kanaati muteberdi. Frege’nin, Russell’ın ve Wittgenstein’ın kanaati de büyük ölçüde böyleydi. Dilin pragmatik görünümlerini hesaba katma kaygısı güden filozofların, bunun mantığa sırt çevirmek anlamına geleceği kanaatini, onlar da paylaşıyordu. Öte yandan mevcut haliyle standart mantık semantik buudu dikkate almaya müsaade etmiyordu. Russell dilin dünya ile bağlantısına kayıtsız kalmaktan uzak olsa bile, Principia’nın mantıkî sistemi aslında semantiği tamamen dışta bırakır. Dilin tüm veçhelerinin mantığın sorumluluğunda olduğu fikrinin doğuşu için, mantığın gelişmesi, açılarak çeşitlenmesi ve birbirinden farklı bir “mantıklar” çoğulluğunun oluşması gerekecektir.”

Dil-Dilbilim ilgisi… Aslına bakılırsa, “dil üzerine düşünme” bahsi nev-zuhur alanlardan sayılmaz. Fakat bu husus, önceleri geleneksel felsefî irdeleyişlerin zihnî tecrit metodları dahilinde istidlalci birer inşa veya mantıkî metafizik muhteva arayışlarına hizmet ederken, süreç içerisinde, dili, bilme faaliyetinde veya çeşitli varlık düzeni tasavvurları içinde rasyonel, ampirik veya ontolojik bir unsur ya da vasıta olarak ele alan ve bir diğer bakışla, tarihî gelişimi içinde değerlendiren muhakemeleri aşma ihtiyacı, yeni düşünme biçimleri ortaya koymuştur:

“Dilin tahlili, teker teker vakıaların, her işaret edenin işaret ettiğinin teşhis edilmesinden ibaret olamaz, mânânın işaret edenler arasındaki ayrımlardan nasıl kaynaklandığını göstermelidir. Artık temsille ve temsil etmeyle değil, mübadele ile ilgilenilir; realiteyle ilişkisinde işaretle değil, yerleşik bir farklılıklar sisteminin değeri ile ilgilenilir.”

Bu düşünce tarzıyla Antropoloji ve birçok sosyal ilim dalına açılmak istenen pencereye bakarsak:

“Dildeki ve hem de muhtemelen (içtimaî-ananevî belirlenim manasıyla) dil dışındaki anlamlılığın karmaşık süreçlerinin daha iyi kavranılışına özellikle, sembollerin tahlilinde aşama kaydetmekle erişilebilecektir.”

Mantıkçı ve dil tahlilcisi için, keşfolunan yeni bedahetlere uygun kalıp arama ihtiyacının dilin bütün buudlarına yayılma zorunluluğunu getirmesi ve mantıkî konseptlerin klasik olmayan doğrultularda çeşitlenmesi de, lisan ve lisanîlik etrafında çok yönlü manalılık arayışlarında sembol tahlillerinin ön plana çıkması da, bağımsız düşünce tertipçilerinin, “insanî öz-kust sırrı”nın suni şekilde zihnî tekel ve spekülatif sınır sahnelerine hapsedilemezliği hakikatine (tersinden) yönelişleri olarak görülmeli; “aslî muhteva” yoksunluğunda, bedahetlerin yersiz yıkımı ve –ki “sınır” da aklîliğin, insanın “kuşatılan” olma durumunun bedahetlerinden- gayrı meşru “sınırlanma-lisanî ve mantıkî hapis” kaçınılmazdı. Böylece bu misaller, her ne kadar hakikati mukayyed-bağlı bir tecrit alanında bilgisizlik sınırını tırmalıyor olsalar da –ki birçok aklî faaliyet gibi-, “varlık ve oluş sırrı”na açık zihnî faaliyetin kendisi olmamaları bakımından tesviye olunmuş donma ve zamandışı kopma misalleridir; standart mantık ve diğer dil ve lisan inceleme usulleri gibi “alet” niteliğindedirler. Birkaç notla bu hususu genişletelim.

N(1): Mantık ve mantığın manası… “Mantık gerçek bir anlam taşımayan, birbiriyle ilişkisizce salınan bir semboller sistemi değildir.”. Bu düşünce, ya bu manayı belirli bir mantıkî sondajın “doğruluk” tasarımında kapatanlar veya tüm bu ve farklı nevi tasarımları (formel mantıktan en yakın mantıkî inşa çabalarına) da, bunların sınır ötesinde kendi “maksatlılık” tasavvurunun hadisevî tasvir zemininde temellendirmek isteyenler için mahallî bir düşünce ufku olarak saptandı. İlki aşındı, aşındıkça bazı tahlilci araştırmacılar için nisbî metafizik sapmanın yolları açılmış oldu; hakikatte ise “mantık olmak bakımından mantık” bahsi, saf fikrin inceleme havzasında tekrar yerini aldı. Diğeri ise, fenomenolojik muradın çok uzağında çeşitli idealist matematikî mantık inşaları için malzeme oldu. Ezcümle, bu düşünce, Batı aklında saf fikrin mevzuunun kalmadığı yerde, “bizim için” ayrı bir araştırma sahası olarak kaydedildi; “Hedef Model: İBDA Dili”, yani “mantık üstü mantık”ın tevil ve irca kontrolörlüğü göz önünde bulundurulmak üzere… Konularımızdan “Dil-Mantık İlgisi” için bu notu yazarken şunu belirtmeden bitiremeyiz:

Mantıkî araştırmaların dilin bütün buudlarına yayılma zaruretini getirmesi ve hususen semantik üzerine vurgu, mantıkî düşüncenin değil, mantığa dair düşünce, hikmet ve manalandırma bahsinin yaygınlığına -yine mantıkî araştırmalar yönünden- işarettir. Mantığın anlamı problemini mantıkî araştırma dahilinde çözme gayreti ile mantığı manalandırma ayrımı önemli; bu yolda nakıs kalan “mantıkî öz” arayışında (örn; Husserl) veya “metafizik-ilim mütekabiliyeti” tesis etme çabasında (örn; Bergson) felsefî zihnî konseptlerle birlikte…

N(2): Dilbilimci model ve manası… İnsanın -bilme faaliyeti çerçevesinde tartışılan- “nesneleştirme gücü”ne dair çok çeşitli zihnî izahları bir kenara bırakıp, aklî odağı zihnî tespit ve teşkil teorilerine değil de, “dil tahlili” içinde, gösterge-referans sistemlerinin kapsamına yöneltmek… Teşekkülünden ziyade farklı ilim ve disiplinlerde doğurduklarıyla daha çok göze batan bu zemini “dil tahlili” sınırları içinde değerlendirirsek; tahlil yollarını zenginleştirmiş olması bakımından verimi süzülesi bir alan; birçok “tahlilci” yol gibi, usûlü yaygınlaştırıldıkça kendi kendini kemiren, mevzuunu kaybeden bir ekole dönüşmesi hiç de sürpriz olmayan… Bunun yanında antropolojiye yaptığı katkı es geçilemez; “sembollerin tahlili” vurgusunun davet ettiği “dil hassasiyeti” ile birlikte, -bizzat “sembol-işaret-remz” bahsinde damgası ekarte edilemez- “hürriyet”i, “fert hakikati”ni ve şuurun aslî muhtevasını yok sayması, dilbilimci modelin bünyevî determinist vaazı uyarınca…

N(3): Ve bu sondaj denemelerini de bünyesinde konuşturan bir mevzu olarak dil, “ruh ve fikir ihtiyacını doğurucu maddî olmayan alet” vasfını açıkça gösteriyor… Bir dil tahlilcisinin ifadesiyle; “nizamî bir kâinat tasavvurunda, maddî olan ile maddî olmayanı(‘ruh-geist’i, “şuur”u) birleştirebilmenin mümkün olmadığı, “dil”de de seyredilebilen -tabiî ki tahlilci çerçevede- hürriyet zorunluluk paradoksu… Dile dair sondaj çabalarının bütün nevileriyle-, bazen irca yokluğu veya nesepsizliği, bazen tevil ve tabir sıhhatsizliğinin getirdiği metodolojik karmaşa ve bazense bütün bu menfiliklerin birbirine bulaştığı eksende, muvazeneyi sağlayamadıkları kritik viraja bakalım. Hem “çevre hakikati” hem de insanın “kuşatılan” olma durumunun, “insanî öz-kust sırrı”nın hürriyet bedaheti ve sınır idraki zarureti; dil tahlili için göz önünde bulundurulması gereken temel hususlar:


“Dil her fertte değişikliğe uğrayınca, dilin gücüne karşı dil üzerine insanın gücü de ortaya çıkar; dille bağlı olan insan yeniden dil üzerine etki yapar. İnsan üzerine yaptığı etkide dilin ve formlarının kurallılığı, insandan gelen geri etkilerde de hürriyetin ilkesi vardır. Bu hürriyet belirsiz ve açıklanamazdır, ama sınırları insan şuurunun içinde bulunabilir. Açıklanamaz olayların da bulunabileceği kabul edilmezse, dilin tabiatı anlaşılamaz; dil araştırmalarının bu hürriyet olayını tanımaları gerekir. Ama aynı özenle sınırlar da gözönüne alınmalıdır.” (Marifetname’den)

Ajanda-1, sf 159-165.

Görüşlerinizi Belirtin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir