Alışılmadık Dil – Sıradışı Eğitim

Alışılmadık Dil – Sıradışı Eğitim

Alışılmadık bir çehreye sahip çoğu varlık gibi “alışılmadık bir dil”in varlığı da ilkin garipsenebilir, muhataplarını ürkütebilir ve giderek kimilerini uzaklaştırabilir. “Kelime tercihi”, “cümle tertibi” ve teknik üslubu çerçevesinde ele alınsın veya bu dille işlenen mevzuların niteliğine, bunlara yabancılığa ve muhatap olunan dilin “düşünce” ortamına atıf yapılsın, bu böyle. Şüphesiz lisanîliğin özüne kadar uzanan bir sıkıntıdır bu. Alışılmadık fakat –bilhassa- anlaşılmaz olma kaygısıyla “dil kurma(?)” işine girenleri bir tarafa atarsak, birçok insan İBDA Dili ile tanıştığı andan itibaren bahsettiğimiz durumu farklı taraflarıyla yaşar. Letta misyonu ve “bağlılık ahlakı muhasebemiz” üzerine mühim bir vurgunun tam yeri… Kendi dünya görüşünü ideolojik-politik ve kültürel tahkim ve yaygınlaştırma için iç ve dış muhasebe, mücadele edilen dünya görüşlerinin dil ve düşünce surlarını tanıma, bu surlara her sahada her türlü araçla taarruz şart ve imkânlarını kovalama… İBDA dil ve düşünce dünyasının idrak parlatıcısı EDEBİYATı ve ŞİİR DİLİ, -Batı müzmin muhaliflerinin çeşitli tahlil ve tenkit versiyonlarıyla etrafında patinaj yaptığı- şu hikmeti aslî mecraından göstermiştir:

“Dil, önceden var olan kategorilere etiketler sağlayan bir “ilmî adlandırma” değildir; kendi kategorilerini ibda eder. Ama konuşucular ve okuyucular kendi dillerinin ortamı yoluyla bakmaya ve farklı bir gerçeklik görmeye sevk edilebilirler. Edebiyat eserleri alışılagelmiş düşünce yollarının ortamlarını ya da kategorilerini inceler ve sık sık da bunları eğer ve yeniden şekillendirir. Bizlere dilimizin daha önce düşünemediği bir şeyi nasıl düşüneceğimizi gösterir, bizleri hiç üzerine eğilmeden dünyaya baktığımız kategorilere dikkat göstermeye zorlar. Böylece dil, hem dünya görüşünün müşahhas biçimde ortaya konulmasıdır, hem de onun muhasebe ve tahlil yeridir.

Lisanın tabiatından bir bedahet olarak değindiğimiz yukarıdaki hikmeti, Letta misyonunun İBDA Dili ile temasını, onu vasıflamasını ve onun “kendinde” vasıflanmasını da öne alacak şekilde okursak, şu iki mevzuya değinmeden geçemeyiz.

İlki… “İskelet olarak dil-lisan”ın bütün buutlarının incelenmesini de bağlayan yukarıdaki hikmete binaen, etkileşimi içinde “dil ve düşünce ortamı”nın “kelime tercihi”ni, “cümle tertibi”ni, teknik üslubu, mevzuların işlenme tarzını etkileyen yanı göz önüne alınmadan bu sıkıntı anlamlandırılamaz. O hayat ve kültür ortamına yerleşik “Tarih Tezi”nden “dil ve varlık kavrayışı”na kadar tetkike mevzu…

İkincisi… Lisanın tabiatından gelen hususiyetler ayrı, İBDA Dili ile karşılaşma özelinde bir şeyler söylemek gerekirse, bu sıkıntı “olmazsa olmaz”dır; yeni insanî gerçeklemeler için bırakılan bir “idrak payı”na dairdir. İnsanî faaliyetlerin bütününde yaşayan ve yaşayacak düşünceden –verim sahibince- açılacak yeni geçitlere doğru kurucu tarafından konulmuş bir “mim”dir adeta, yoğunlaşılması beklenir. Vaazını satırlarda ve ciltlerde tüketilemeyecek şekilde ortaya koymuş bir konseptin varlık sebebindendir, ona işaret eder. Ve bu iki husus da Letta üslubunun-icraının değerlendirilmesinde ayrıca önemlidir.

15. İslam Asrı İslam Diyalektiği’nin dil ve düşünce ortamında umumî bir gezinti, -ancak ve ancak- o atmosfer şartlarında hayatta kalabilecek bir bünyeye sahip olmakla mümkün; cüretimizi mazur görün ve mutlaka bu sınavı nasıl verdiğimizi eserlerimiz boyunca gözleyin. Yine lisanîliğin özünden gelen ve yukarıda bahsettiğimiz sıkıntıyı da kuşatan bir bedahetle üslubumuz ve faaliyetlerimiz üzerine mühim bir not:

“Eğer insan konuşurken söylemeye niyetlendiği her şeyi gerçekten hiçbir yanlış anlamaya yer bırakmayacak şekilde dile getirebilseydi, dil imkânsızlaşırdı. Aslında açığa vurduğumuz şey sustuğumuz sayısız şeye yaslanır. Dil, varlığını üstü kapalı anlatım imkânına borçludur ve aslında dile getirdiğimiz şey “bilindiğini varsayarak sustuğumuz” şeyle yaşar.”

İnsanî hakikatin tecellisine vasıta olabilme yolunda, “üst dil-üst diyalektik” merciinin prensipleri, mevzuları tanıma ve alakalandırma tarzları ve terkibî neticelendirmeleriyle sistemli bir ilişki kazanılsın ki, “tatbikat” hamleleri havada kalmasın ve zeminsiz “iyi niyet” gösterileri ile maskelenerek gürültüye gitmesin.

Felsefe-Hikemiyat’tan mitoloji ve tarihe, sosyal ilimlerden tabiat ilimlerine ve sanattan siyasete uzanan konu ve muhteva genişliğinde el gezdiren bir “dil” diyoruz. Peki, bedaheten inşa olunan ve “şekil ve muhteva bütünlüğü” ile bedahet belirten “terkibî hükümler” hangi dil ve düşünce hassasiyetinin ürünü? Bu sorunun cevabı için bahsedeceğimiz üç hükmün anahtar rolü fark edilmeli.

İlki: “Terkibî hükümlerin teorik zemini üzerine derinliğine tefekkürün ulaşacağı ilk şey, terkibî-kablî hakikatleri bildirmede standard “kaziyye” formunun daima güdük kalacağı gerçeğidir. Bu zeminin ihtiyaç duyduğu “mantıkî bünye”, “kaziyye” formunun ve sıradan zihnî idrakin bünyevî sınır ve şartlarını aşar, yetersizliklerini ispat eder.”

İkincisi bu “teorik dil” tarafından hasat edilen bir hikmettir ve -Letta verim faaliyetleri için de- parolayı çarpıcı şekilde açığa vurur: “O biçimde bir ruhla doğmuş bulunuyorum ki, itiraf edeyim, benim için en büyük tetkik daima, başkalarının delillerini dinlemek değil, fakat onları kendi vasıtalarımla bulmaktır.

Üçüncüsü, tecrit ve sülûk serüvenlerinin kaynaştığı yerden –varoluşan- bir hediye olarak “dil-lisan”a dair zihnî imkânlardan taşmasında –“lisanın maveraî buutlarında dolaşması”nda-, saf İslamî düşünce konseptinin ansızın belirişini ikaz eder: “En saf haliyle zaman bedahetine erişenler, -“saf süre çilesi”nde varoluşu demlenen mütefekkir manasına kullanıyoruz-, olağanüstü bir tecrit motivasyonuyla satırları devirirler ki, bu hal basit ve genel bir ritim alışkanlığı edinmiş okuyucu için büyük bir problemi ortaya çıkaracaktır; zihnin tabiî tavrına feda edilemeyecek bu şekil, muhteva, şekilleşmiş muhteva ve muhtevalaşmış şekil yumağını kavramak için zihnî idman ve aslî muhtevaya erişim zarureti.”

Hedef Model: İBDA Dili… “Dil mevzuunun yalnızca zihnî ve tecrübî bir problem olarak nitelenemeyeceği” bahsini saf düşünceye belleten ve “bir problem olarak dil” hususunu da meselelerinin içinden kuşatan bir “dil alanı”nın tacizinden, farklı ilim ve disiplinlerin tek tek iç münasebetlerine, buna ilişik olarak aralarındaki “mânâ” ve “illiyet” ilişkilerine kadar sirayet etmiş bağımsız muhakemenin çıkmaz yollarından, İBDA’nın “teknik ve teorik dil” hamlesiyle İslam tefekkürü için yeni tablolar doğurduğu kavşaktan söz ediyoruz. Şu kavşakta, gerek kadîm gerekse en yeni(?) teorik hatlarıyla bağımsız zihnî faaliyet için “hükme getirme-bağlama-irca” hususunda susma –zira konuştukları an, birbirini çelen tezlerle zeminlerini harap edeceklerdir- ve kendi selametlerini de bu “dil”e havale etme dışında takat yoktur. Bu “dil”e yol ve iz verici bir buluşmada, Büyük Doğu Mimarı’nın ağzından Büyük İrşad Kutbu, Büyük İrşad Kutbu’nun ağzından Büyük Doğu Mimarı konuşuyor:

“Seni, kelimelere duyduğun itimattan mahrum etmek istemem. Unutma ki, davamız bu dünya ile ve kelimelerle… Onlara bir kerecik fikrin topyekûn dibini yokladıktan sonra yine itimat edebilirsin. Elverir ki, aklın nihaî vazifesi kendi kendisini tahrip ve anlayamayacağını anlamak olduğu gibi, onun vasıtaları kelimelerin de iç yüzünü ve gizli işaretini yine onlarla keşfeder gibi olasın… Ondan sonra yine onlara güvenebilirsin!..”

Ve biz böyle bir hudutta, “bedahet ölçülendirmeleri” ritminde, varlık ve oluş görünüşleri boyunca esintisini hissettiren “Kusto Lûgatı” rüzgârına eşlik edeceğimiz, ip üzerinde hareket ahenginde bir dansa davet ediliyoruz. Ruhî roman sayfalarının arasında buluşacağımız yerde, “Sır Müşterekliği”nde nizam, muvazene ve estetik hassasiyetimiz, tevil ve tabir kabiliyetimizce…

Görüyoruz ki İBDA Dili, tatbikine dair meleke kazanabilecek herhangi bir varoluşu –bu ister fert isterse topluluk olsun- yoğurmak üzere ortaya konulmuştur, “anlaşılmaz” değildir; buna mukabil “basit” olmadığı da aşikâr. Doğrudur, “Acının-ıstırabın olmadığı yerden fayda beklenmez”. “Anlaşılma” niteliği ise, kritik sınırlarında çeşitli neticelendirmelerde bulunduğu mevzuların muhatap tarafından tanınma durumuyla beraber bizzat “hüküm”de beliren terkip karakterine yakîn getirebilmekle, varoluşan intıbak ile yakından ilgilidir; nihaî raddede muhatabın kumaşına bakar. Bu “kumaş” dar bir çevreye mahsus vehbî bir hususiyet değildir; İslam Tefekkürü ve İslamcı Mücadele için, ayrı ayrı iştirakçilerin hususî varoluşu, tecrit ve tatbik kabiliyetlerine göre farklılaşarak karakterize olacak şekilde, “erişilmesi gereken”dir de.

Ali KılıçSır MüşterekliğiLetta Yayınevi, sf 59-64, Ankara

Görüşlerinizi Belirtin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir